23 Aralık 2011 Cuma

60 Saniye İnternette Neler Oluyor?

Çok güzel bir infografiğe rastladım. Sevgili Serbay tweetlemiş. Ben de bir nevi bu veriyi kaydetmek amacıyla bir post hazırlamayı düşündüm. Hem uzun zamandır çok uzak kaldım paslandım. Kendimi unutmayayaım. (:
Bakın 60 saniyede internette neler oluyor. Buyrunuz efendim:

22 Kasım 2011 Salı

Yaradan' a dönmek Pişmek demekmiş

“Bu dünya bir ağaca benzer; biz de bu alemdeki yarı ham, yarı olmuş meyveler gibiyiz. Ham meyveler, dala iyice yapışmıştır, ağaçtan kolay, kolay kopmazlar. Çünkü ham meyve köşke, saraya layık değildir ki. Fakat oldu da tatlılaştı, dudağı ısırır bir hale geldi mi, artık dallara iyi yapışmaz hemen düşüverir. O baht ve ikbal yüzünden adamın ağzı tatlılaştı mı insana bütün cihan mülkü soğuk gelir. Bir şeye sımsıkı yapışmak, bir şeyde taassup göstermek hamlıktır.”

Hz Mevlana

Fatmanur Erdoğan'ın paylaşımıydı bu. Ben de sizinle paylaşmak istedim. Kendisine teşekkür ederim. Nefes almak için bir ara vermiş oldu bana. Nefes almak gerek yoksa ölmeye pek uzak sayılmayız her bir saniye. O yüzden alabiliyorken almak gerek o günün nefesini.

18 Kasım 2011 Cuma

İlk Çekiliş Kazancım, Mill and Fashion ve Hediye Çeki

Ben hep çekilişlerden kaçan, "amaaan bana nerde çıkacak o ödül" diyenlerden oldum. Şimdiye kadar çekiliş kazancın oldu mu hiç derseniz buna gururla "evet bir kere oldu" diyebilirim.

Ortaokul ikideyim. NumberOne (Hala var değil mi bu kanal?) diye bir kanal vardı onu izliyorum. O zamanlar yabancı şarkı manyağıydım. Duyan arkadaşlarım inanmaz şimdi. :) Neyse efendim NumberOne "Anneler Gününe" özel bir program hazırlmış. Programda annesine en güzel mesajı yollayan kişilere hediyeler gönderiyorlar. Canlı yayında bilgisayarın ekranını da gösteriyorlar. Düşen mailleri canlı canlı görebiliyorsunuz filan. Ben de mynet.com :D uzantılı mail adresimle mailimi attım. Ve kazandığım ürünü söylediler. Bunun üstüne ben durur muyum gittim iki tane fake adres açtım onlarla da mail attım (bu bir itiraftır zamanının ilk kampanyacılarındanım ben). Günün sonunda 3 tane ödül kazandım. Tabi bu arada şüphelerim de yok değil. Aynı adresi verdim acaba göndermemezlik yaparlar mı diye.

Bu çantanın altı deri olanıydı. Hala kullanıyorum. 11 sene olmuş vay be!

Derken aradan 1 ay geçti bir telefon geldi. Paketleriniz ulaştı bize gelip alın diye. O zamanlar Demirçelik' de oturuyoruz babamla kalktık İskenderun' a gittik. Kazandığım hediyeler biri yeşil biri lacivert Jansport Çanta biri de Charme marka makyaj seti. Bu arada o zamanlar Jansport çok popüler. Okulda tek tük kişinin omzunda görebilirsiniz. Baya pahalıydı o zamanlar yani hatırladığım.

Nerden esti derseniz eğer şimdi elime bir kupon fırsatı geçti onu sizinle paylaşmak istiyorum.Calvin Klein, Puma, Jansport, Vans, Hummel, The North Face, No Fear vb. ünlü markaların ürünlerini uygun diyebileceğimiz fiyatlara satan millandfashion çanta alışveriş sitesinden 25 TL değerinde indirim kuponu fırsatı bahsettiğim.

31 Aralık 2011 tarihine kadar 60 TL üzeri alışverişlerinizde kullanabileceğiniz  25 TL' lik indirim kuponunu paylaşmak istiyorum. Bu linki tıklayarak "dgndrmkzn" kodunu kullanabilir indirimden yararlanabilirsiniz.
(DGMAX Affiliate)


Yılbaşında ne hediye alsam diye düşünenlere de bir alternatif olabilir ne dersiniz? Unutmadan her kullanıcı bir kupon kullanabiliyor.

8 Kasım 2011 Salı

Kurban Bayramına İkame Cadılar Bayramı

Bayramdan uzakta olmanın acısını Hallowwen ile çıkarmak istiyorum.Geçen hafta 2. Halloween'imi yaşadım burada. İlkini Almanya'da iken yaşamıştım. Çok ciddiye alıp bir kıyafetli biz kalırız diye korkmuş normal kıyafetlerle gitmiştik. Sonra baktık ki insanlar hazırlanmış. Hiçbir şey yapmayan makyajını yapıp gelmişti.

Karlsruhe 2008 Halloween

Bu sene kararlıydım bir kostüm kapıp girmeye Parade e ama gelin görün ki o saçma sapan kıyafetler bile dünya para. Hem çok para hem de incecikler. Bu soğukta zatürreden gerçek Halloween'i evde yaşamanın anlamı yok diye düşündüm. En güzeli kıyafetini kendin hazırlamak zaten. O yüzden bu sene izleyici olup sokak geçisini izledik. Almaya'ya göre buradaki insanlar kafayı Halloweenle bozmuşlar anladığım kadarıyla burada ciddi bir sektör halinde bu konu. Neyse efenim işte bu seneki Parade'ten bazı kareler.





Ve biz normal insanlar (:
Bir video vardı çektiğimiz. Onu da en yakın zamanda ekliyorum. Yazı ve fotoğraflar bile geç kaldı ya neyse.

Not: Daha fazlası için burayı ziyaret edebilirsiniz.

3 Kasım 2011 Perşembe

Cemal Süreyya - Gitmekle Gidilmiyor ki...

Harun KARA' ya teşekkürler
Gitmekle gidilmiyor ki…
Gitmekle gitmiş olamazsın;
Gönlün kalır,
Aklın kalır,
Anıların kalır.

C.Süreyya


P.S. Lisede bir kız vardı aynı benim gibi. Gökkuşağı gibiydi. Ama renklerini saklattmışlardı. Renklerini bulması ümidiyle...

31 Ekim 2011 Pazartesi

Kasımda Aşk Başkadır! (Sweet November)

Kasım ve aşk…En aşık olunası zamandır sanki.Sanki sonbaharın en kızıl haliyle aşkın rengi kırmızı birbirine kenetleniverir bu ayda.Kasımda Aşk Başkadır, sadece o zamanda.

Kasımda Aşk Başkadır, romantik filmler kategorisinde kuşkusuz ilk beşte sayılabilir. Oyunculuk bakımından kanımca Keanu Reeves filmde anlatıldığı gibi aşık erkek psikolojisine girememiş, tam anlamıyla rol yapmaktadır. Halbuki Keanu Reeves & Charlize Theron ikilisini "Şeytanın Avukatı" filminde izlediğimde çok yakıştırmıştım. İzlediğimiz bir aşk filmi olmasına rağmen Keanu Reeves cephesinde rolün tam oturmadığı düşüncesindeyim.Charlize Theron tarafında ise işler daha iyi. Theron rolünü başarıyla gerçekleştirmesiyle birlikte uçarı kız havalarıyla insana “cuk” oturmuş hissini uyandırıyor.

Hikayeye dönersek şayet Nelson (Keanu Reeves) başarılı bir reklamcı ve hırsıyla yaşamı ıskalamış biriyken esas kızımız Sara (Charlize Theron) yaşamı iliklerinde hissedercesine yaşamayı kendine misyon edinmiştir. Aslında sorduğum zaman kendime; birçok insan için; Kasımda Aşk Başkadır filmini bu kadar özel kılan nedir diye cevabımı bulmakta zorlanıyorum. Hikayeye ayrıntıları göz ardı ederek baktığınızda güzel ama imkansız bir aşk izliyoruz. Hayatın içinden tipik bir hikaye. Sorumun cevabı da kendiliğinden çıkıyor bu noktada sanırım. Hayatımızda hangimiz bitmesini istemediğimiz bir aşk hikayesi yaşamadık ki. Zamanın öylesine götürdüğü yere kadar gitmek isterken siz her zaman bu şansı tanımayabilir hayat size. Tıpkı filmin muhteşem müziği only time da geçtiği gibi. Enya’nın “only time” ı özellikle Nelson’un Sara’yı çaresizce bırakıp gittiğinde; beraber zaman geçirdikleri bütün mekanlarda onu tekrar tekrar hatırladığında muhteşem bir etki bırakmaktadır.

Umutsuz bir romantik ruhunuz varsa Nelson’un “Sen benim ölümsüzlüğümsün” ve ”Kasımdan başka bildiğim bir şey yok” replikleri üzerinizde kaçınılmaz bir etki bırakacaktır. Elinize alacağınız koca bir kupa kahveyle birlikte pencerenizi tıkırdatan yağmur eşliğinde battaniyenin altına girip izleyebileceğiniz hayata dair aşka dair bir filmdir Kasımda Aşk Başkadır.

20 Ekim 2011 Perşembe

Mevsim Sonbahar Sevgilim

Piraye için Yazılmış:  Saat 21-22 Şiirleri

Çiçekli badem ağaçlarını unut.
Değmez,
bu bahiste
geri gelmesi mümkün olmayan hatırlanmamalı.
Islak saçlarını güneşte kurut :
olgun meyvelerin baygınlığıyla pırıldasın
nemli, ağır kızıltılar...
Sevgilim, sevgilim,
mevsim
sonbahar...




Nazım Hikmet Ran
8 Kasım 1945

Sevgilim mevsim sonbahar ve sen benimlesin (:

19 Ekim 2011 Çarşamba

Kelebekler Neden? Korkudan mı Yoksa Aşktan mı?

"I had butterflies in my stomach" yazıyordu kitapta. "had butterflies" ne demek diye sordu sevimsiz şey. Sonra da "feeling nervous" (endişeli hissetmek) diye açıkladı. Ardından Rusya'dan bir kız, Polonya'dan başka bir kız bir de ben:
- Heyecanlanmak anlamına da gelmez mi? diye sorduk.
-Hayır dedi, "bu endişe hissetmektir" diye ekledi. Biz ise;
-Ama birini öptüğünde ilk defa ya da hoşlandığın birini gördüğünde karnında kelebekler hissetmez mi insan? dedik. "Bu pozitif anlamlı bir şeydir." diye devam ettik.
-Hayır yanlış biliyorsunuz, o his endişeli bir histir. dedi.


Sevimsizin üstüne iki Amerikan hoca daha aynı açıklamayı yaptı. (Hakkını yemeyeyim biri duruma göre değişebilir dedi ama daha çok olumsuz dedi. Biz açıklamaya kalkınca da "Kızlar lütfen bu sizin dilinizde değil İngilizce' de böyle" dedi.)

İki gündür aklımdan bu sözünü geçiriyorum. Karnımda kelebekler hissetiğim zamanları düşünerek. Hakikaten endişeydi de ben mi kendimi mutlu sanıyordum acaba? Cevabım için çok geçmedi. Hayır kesinlikle öyle değildi. Karnımda kelebekler hissetmek çok güzel bir şeydi benim için. Yazılar bile yazdırır insana (: Bunun üzerine kelebeklerin anlamının neden İngilizce' de böyle olduğunu buldum sanırım.

Amerikalılar her şeyden korkuyorlar. Kendilerine dev binalar ardında bir dünya yaratmışlar. Bireysel silahlanmanın dünyada en fazla olduğu ülke olmasıyla ünlü. Her 10 kişiden 9'u nun silahı olduğunu biliniyor. Ve silahlanma anayasa tarafından güvence altına alınıyor bu ülkede.* Bu ülke insanları o kadar korkak ki dünyanın belki de en hümanist ırkını soy kırıma uğratmıştı. Sonra kendi içlerindeki Afrikalı- Amerikalılara yıllarca 2. vatandaş muamelesi yaptılar. Onları ötelediler ötelediler.

Şimdi benim bu kelebek meselesinden anladığım Amerikalılar "aşık olmaktan" bile korkuyorlar. Birine karşı yoğun hisler hissettiğinde heyecanla birlikte gelen o nefis duyguyu tedirginlik olarak açıklıyorlar. Bencillikten ölesiye gözü dönmüş bu toplumda insanlar hayatlarına ikinci bir insanı davet etmekten korkuyor, korkarım. "Kelebekler" dillerinde tedirginlikle anlam buluyor ne yazıkki.

Biz diğerlerimiz bütün ısrarlarımıza rağmen kabul ettiremedik güzel bir şey olduğunu. Ve kabul ettik tedirginliği. Ne de olsa Amerikadaydık ve rüyayı yaşamaya gelmiştik ve oyunu onun kurallarına göre oynamalıydık. Madem hepimiz çok biliyorduk neden gelmiştik bu ülkeye değil mi?

Konuyla ilgili nefis bir video var. Son olarak sizinle onu paylaşacağım. Umarım ne demek istediğimi siz de anlamışsınızdır.


a brief history of the united states of america from jjjaaaayyyyy on Vimeo.

*Konuyla ilgili habere buradan ulaşabilirsiniz.

8 Ekim 2011 Cumartesi

Rodrigo'nun Gitar Konçertosu

Lise 1'deydim.

Resim derslerimiz için şanslıyız ki atölyemiz vardı. resim yaparken hoca müzik koyardı. En çok dinlediğimiz müziklerden biri klasik müzik karma cd siydi. O cd yi bana üst sınıflarımızdan bir çocuk kopyalamıştı. 3 adet karma klasik müzik cd im vardı.

O derslerde en çok beğenerek dinlediğim parçaydı bu. Rodrigo'nun Gitar Konçertosu. Ders çalışırken dinlediğim, üzerime garip bir huzur ve hüzün getirirdi kimi zaman bu uzun konçerto*.

Müziklerdeki değişkenlik, iniş çıkış sanki hayatımızın içinde bulup sürekli kaybettiğimiz dengeyi anlatıyordu. Bazen ısrarcı ve hızlı koşuşturmada, bazen genç dinamik bir havada bazense hiddetli aşılması güç bir enerjiyle, ama sonunda hep bilgece ve sakince...

İyi dinlemeler.



*Konçerto, sanatçının bir veya birkaç müzik çalgısıyla virtüözitesini (çalma ustalığı) ve müzikal yeteneklerini dinleyiciye sunmak amacıyla icra edilen müzik parçasının genel adıdır. Genellikle ilk bölüm hızlı, ikinci bölüm yavaş, üçüncü bölüm ise yine hızlı olur. En genel şeklinde bir solo çalgı ve orkestra olur.

7 Ekim 2011 Cuma

"Meğer bir masalmış, aşk masalı..."

Blogumun ikinci konuğu bir Ankara yemeğinde tanıştığım, sosyal mecralarda severek takip ettiğim, sohbeti, aklı ve duruşuyla çok beğendiğim, pek muhterem _İzmir insanı_ sevgili arkadaşım Mümin.

Mümin blogunda daha önce yayınlamadığı bir hikayeyi paylaştı benimle. Kendisine çok teşekkür ediyorum ve ekliyorum: eğer takip etmek isterseniz şuradan Mümin'in bloguna ulaşabilirsiniz.


---------------------------

Aslında beklenmedik bir şey de değildi..

Bir sabah yataktan sıçradığında sadece açık perdeden içeri süzülen bahar güneşi ve odada bıraktığı hafif sıcaklığın yanında havada uçuşan tozlardan başka bir şey yoktu etrafında. Yine de etrafına bakmak yerine gözlerini tavana dikip biraz önce gördüklerini tekrar gözlerinin önüne getirdi. Düşündü, düşündü, düşündü..
“Neden?” diye sordu. “Neden şimdi?” Kötü bir zamandı ve beklediği son şey rüyasına gelmişti. Kendisini kaçınılmaz sona biraz daha yakın hissediyor ama yine de, kendini duvardan duvara vurduracak, o sondan mümkün olduğu kadar uzak durmak istiyordu.


-o-

Alışmıştı artık, zaman zaman rüyalar ve düşünceler bir oluyor, ying ve yang gibi birbiri etrafında dönerken büyüyor, büyüdükçe acıyı ve tatlıyı içine alan bir dünya gibi sarıyordu etrafını. O ise buna karşı koyamıyor, gözleri önünde filizlenen tohumun büyüdükçe ona verdiği heyecanın da etkisiyle günleri daha hızlı geçirmek istiyordu. Günler daha hızlı geçecek, filiz daha hızlı büyüyecekti. Her geçen gün büyüyen papatyanın kelebekten uzun, kaplumbağadan kısa ömrünün, hafif de olsa bahar güneşi alan salon masasındaki eski cam vazoda beş ile yedi gün içinde tükeneceğini düşünmüyordu.


Günü geldiğinde, uyandığında hissettiği şey ne odaya sızan güneş, ne hafif aralık camdan gelen toprak kokusu, ne de fırından yeni çıkmış poğaçaların çıtırtısı oldu, sadece ve sadece besleyip büyüttüğü “umut”ların artık yeterince yeşermiş ve uçmaya hazır kelebek edasında bekleyişini gördü aynadaki aksinde. İlk kez anne diyen bir bebeğin gülümsemesi vardı yüzünde ve annenin gözlerindeki ışıltı kaplamıştı göz bebeklerini. Fakat erken gelen bu gülümsemenin yerini, ara sıra güzel şekiller çizse de son zamanlarda gri gri dolaşan bulutlar gibi keyifsiz bir havanın alacağının da farkında değildi. Güzeldi..

-o-

“Yanlış her zaman yanlış değildir ama ne zaman yanlış ne zaman doğru, bunu da bilmek kolay değildir.”
Bilemiyordu. Siyah ve beyazın dansı gibi büyüyen heyecan, bir anda bozulan bir dengeyle siyah ve beyazın iç içe geçtiği gri bulutlar halini almıştı. Artık hakimiyetinden çıkan filiz koskoca bir ormana dönmüş ve adeta onu esir almıştı, fakat birbiri ardına istiflenmiş dev ağaçlar olsa da orman, sonuçta hayatı bir kibrit çöpünün ucundan çıkacak kesif bir kükürt kokusuyla son bulacak kadar zayıftı ve nitekim öyle de oldu. Önce bir “ses” duyuldu, sonra bir “çıtırdı”, kimileri bunun kırılan bir kalpten geldiğini söylese de kibrit her şeyin özetiydi aslında. Is kokusu boğazını, duman gözlerini yakarken, ne bir parça öksürük ne de bir damla gözyaşı sarfetmeden kurtarmak istedi filizlenen çiçeğini. Küçücük bir papatya olmasını beklerken orman olup hem kendini hem onu yakan bu “umut” adeta ömrünün bitmesini bekleyen kaplumbağa gibi çıktı alevlerin arasından. “Baba” diyordu gözleri ışıl ışıl, bekliyordu, kıyıya paralel giden Alsancak – Konak vapurunda bir parça gevrek bekleyen martılar gibi bekliyordu. İlgi bekliyordu, sevgi bekliyordu. Aldı.


Bir sabah yataktan sıçradığında sadece açık perdeden içeri süzülen bahar güneşi ve odada bıraktığı hafif sıcaklığın yanında havada uçuşan tozlardan başka bir şey yoktu etrafında. Az önce gördüklerini gözlerinin önüne getirmek yerine sol tarafına hafif bir bakış attı. Görebileceği her şey oradaydı zaten, eski cam bir vazodaki “umut” ve yanında bir kitap, üstünde de bir isim, “Bir Aşk Masalı”…

Mümin Erakbaş

27 Eylül 2011 Salı

Türkiye' nin Neden Dünya Markası Yok?

Geçen gün Ace Hotel lobisindeki gözlemlerimi anlatmıştım. New York'a gelince Uzun zamandır görmediğim arkadaşım Gökhanla yeniden o pazarlama sohbetlerimizden birini yaptık. Yine ne kadar keyifli bir sohbet olduğunu anlatmama gerek bile yok aslında. Gökhan Türkiye'deyken de sohbetinden en keyif aldığım insanlardan biriydi. Laf lafı açtı, onu eleştirir, buna kızarken sohbetimiz döndü dolaştı yine geldi aynı konuya: "İşte abicim, Türkiye neden marka çıkarmıyor sorusunun cevabı budur" dedik ikimiz de.


Bize göre en büyük sebeplerinden biri "uyanık esnaf" kafasından bir türlü sıyrılamamamız. Birçok başarılı iş adamı ya da profesyonel yola idealist çıkıyor belki de. Kafalarındaki hayali gerekleştirmek için çok uğraşıyorlar. Kimi zaman insanlara usanmadan sıkılmadan projelerini anlatıyorlar. Yeri geliyor devlet kapısında işlerini halletmek için sürünüyorlar. Ya tüm bunların yorgunluğu idealleri unutturuyor ya da işler tıkırında gitmeye başlayınca alınan arpanın tadından idealler unutuluyor, göz ardı ediliyor. En çok kızdığım, eli biraz para görünce daha fazla para hırsıyla kalitesinden, farklılığından vazgeçip ucuzcu (ham madde ya da iş gücü) olmaya başlayan kesim. Böyle köylü kurnazlığıyla nasıl insanları peşinden sürükleyen, arzulanan bir marka çıkarabilirsiniz ki. Herkesten önce siz yaptığınız "şeye" olan tutkunuzu yitirmişsiniz. Sizin tutkunuzu yitirdiğiniz "şeye" (ürün) insanlar neden daha fazlasını ödesin neden onu üstünde taşısın?


Bu yazıyı hazırlarken aklıma daha çok başlık gelmeye başladı. (:

Zannederim bu başlıklardan biri de kurumsallaşamamış zihniyetlerimiz olur. "Profesyonellik" kelimesinin anlamını bilmememiz; bize treni kaçırdık mı kaçırıyor muyuz, konuşmalarını yaptıran düğüm noktalarından biri aslında. İşi bilenden ziyade berikinin yeğeni ötekinin bacanağına yaptırarak nasıl bir kurum kültürü oluşturabilirsiniz.

Konuşacak, üstüne eğilip düşünecek çok nokta var aslında ve bu konu tartışması o kadar lezzetli bir konu ki deyim yerindeyse ağzımın suyu akıyor.

-------------------------------------

Amerika'dan bahis açıldı. Sistemlerinin ne kadar gelişmiş olduğundan, müşteri tarafında sorunların ne kadar çözümcü ve ne kadar tıkırında yürüdüğünden, Amerika' nın nasıl marka cenneti olduğundan. Interbrand.com' a göre 2010 yılındaki en iyi markalarda ilk 10'daki 9 markanın Amerikan markası olması sanırım tesadüf değildir*. Düşününce şaşırmamak gerekiyor aslında. Frederick W. Taylor 1911 yılında yönetimin bilimsel ilkelerini kitaplaştırırken  sanırım biz Dünya Savaşı'na girip girmemeyi tartışıyorduk. Bırakın markalaşma sürecini ortada fabrikalaşan bir ülke yoktu. Türkiye yokmuş hatta ortada.

Siyasal açıdan evrimini ve gelişimini tamamlayamamış bir ülkeden zaten markalaşmayı nasıl bekleyebiliriz gerçekten bilmiyorum. Ülkenin birçok sorununda her ne kadar farklı dengelerin (grupların) sözü geçiyorsa da; ülkeyi oluşturan tebaanın da cahil ve bilimsellikten uzak olması, tüm bu süreçleri daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor.


Neden kolayca marka olabileceğimiz bazı konuları başkalarına kaptırdığımız (Rumların Türk Kahvesi dahil birçok şeyi nasıl kendi markaları gibi kullandığını görüyoruz. Bu konuda oldukça başarılı bir yol izlediklerini düşünüyorum. "Ülke/marka" konusu devreye giriyor burada devreye ki; kesinlikle önem arz eden diğer bir başlıktır "markalar" konusunda.) konusuna gelecek olursak eğer; bu noktada toplum olarak içine kapalı bir sisteme sahip olmamız konusunu dile getirebilirim. Tarihimizi ve öz değerlerimizi yeterince bilmediğimizden, diğer toplumları; zengin kültürel mirasımızla etkileyeceğimize, üstüne bir de alt-kültürlerden etkileniyoruz. O yüzden yıllardan beri gelen din tartışmaları var bu ülkede. Aslında tartıştığımız şeylerin birçoğunun  Arap kültürüne ait olduğunu birçoğumuz bilmiyoruz bile.

Yurt dışında güçlü bir topluluk bilincimizin olmaması sanırım diğer ana noktalardan biri bu başlıkta. Tüm bunların önemini çok yeni fark etmeye başladık toplum olarak. "Ülke/marka" konusunda en çok güldüğüm şey ise tembelliğimiz yüzünden yıllardır umursamadığımız konularda birden milliyetçilik damarlarımızın kabarması. Komşu yıllardan beridir sistematik çalışmış; adam tabi ki Türk Kahvesini de sahiplenir, rakıyı da beyaz beyniri de, döneri de, mezeleri de... Şimdi millliyetçilik yapmak yerine sakin şekilde marka çalışmlarına devam etmeli (:


Dedim ya bu marka konusu enfes bir konu. Yazıyı yazma amacım ikinci paragraftaki konuydu sadece. Gelin görün ki daha neler neler çıktı düşününce. Eminim daha değinmediğim birçok alt başlık (hatta belki ana konu :)) da vardır. Mesela değinmek istediğim konulardan bir tanesi de ara ürün ihracatına yoğunlaşmak, dış ticaret hacmindeki delik...

Son söz olarak marka yaratmak isteyen sevgili arkadaşlarım  lütfen yabancı isimlere göz dikmeyin. Bunu yaparsak yine bize "has" bize "özgü" bir şey olmayacak. %100 Türk tadı olmayacak. Ha tabi bir de bunu yaparken Laleli'deki ya da Nişantaşı'nın arka sokaklarındaki çakma isimlere benze ihtimalinden bahsetmek istemiyorum bile (:

Sizden son ricam şu linklere daha göz atmanız olacak (: [1] [2] [3]

Daha yapılacak çok şey gibi görünüyor, haa... Ne dersiniz?


*Listenin tamamına buradan ulaşabilirsiniz.

Betül KARA

22:39
27 Eylül 2011, Salı

25 Eylül 2011 Pazar

Lovve with Ace Hotel

Keşifler başladı. (:

Dün çok sevdiğim eski dostardandenilebilecek bir arkadaşımla buluştum New York'ta. Önce Fatih'in de aramıza katılmasıyla bir Capon restaurantında yemek yedik. Ajisen Ramen. Çok uygun fiyata yiyebileceğiniz yemekleri var.  Hem ne yediğinizi anlayabileceğiniz hem de öğle yemeği için çevrede çalışan bir insansanız kolaylıkla tercihiniz olabilecek bir mekan. Biz 8-9$ civarındaki lunch box ayarında bir yemek ısmarladık. Dahil olan şeyler ise, chicken teriyaki, california roll, bir de bildiğiniz Japon pilavı. Öncesinde gelen o iğrenç çorba dışında oldukça mutlu olduğum bir yemek diyebilirim.

Asıl bahsetmek istediğim yer ise Ace Hotel. 20W 29th Street' teki otelin lobisinde insanlar sohbet ediyor, laptoplarını kapmış gençler çalışıyorlar. Oldukça hoş bir ortam ve tasarıma sahip bir yer. Bazı mekanlar vardır. Gerçekten ruhları olduğuna inanırsınız. Ace Hotel' in de ben de ilk bakışta uyandırdığı intiba kendine has bir ruhu olduğu yönündeydi.



Sizi ilk girişte Stumptown Coffe karşılıyor. Çalışanların tarzına kesinlikle bayılacaksınız. Hipster arkadaşlar sizden öncelikle siparişinizi alıyorlar ve nefis kahvelerinizi alıp aslında Ace Hotel'in lobisi olan kısma geçebiliyorsunuz.














Biz de kahvelerimizi aldık Gökhancığımla oturduk rahat bir 2 saat sohbet ettik. İstanbuldayken sıkça yaptığımız gibi dertlerden, yapılacak hayallerden, özel hayatlarımızdan konuştuk. Gökhan için bambaşka bir hayat başlıyormuş onu öğrendim. Onun adına çok sevindim.


Gökhan hedefleri için New York'a gelen ve bunun için birçok şeyle savaş vermek zorunda kalan bir arkadaşım. Kendisi hayalini gerçekleştirmeye bence çok yaklaştı. Eminim bir gün onun kendi restaurantında nefis tariflerini tadacağım.

Newyork' a yeni gelen bir kızdan tavsiye almak ne kadar istersiniz bilmiyorum ama uzun lafın kısası Ace Hotel;  oturup saatlerce çalışabileceğiniz, tanıdık bir iki dostla rahatça sohbet edebileceğiniz, dedikodularınızı yapabileceğiniz bir mekan.

Yapın: Laptopınız yanınızda olsun, rahatça çalışabilirsiniz.
Yapmayın: Sıcak çikolatasını beğenmedim.
Yapmayın: Cookieleri çok şekerli. Sakız gibi. Gerçi Gökhan' ın söylediğine göre Newyork' ta böyle oluyormuş. Başka şansımız yok gibi (:

P.S.: Şimdilik bu kadar ama şehirde keşfedilecek daha çoook yer var. Hepsini burada elimden geldiğince paylaşacağım.


Betül Kara

24 Eylül 2011

21 Eylül 2011 Çarşamba

I want to wake up in that city, That doesn' t sleep.

Eylülü atlatmadan nasıl yazacağım diye kendi kendime merak eder olmuştum resmen. O gün bugünmüş. Newyork' a gelmemin hafta dönümü.


Dediğim gibi son bir haftadır farklı bir şehirdeyim. Hep gelmek istediğim, bir süre mutlaka orada yaşamalıyım dediğim şehre geldim sonunda. Planlarım şimdilik çok basit ama ayrıntıları, neler olacağını ben de bilmiyorum. Siz de benimle birlikte buradan öğreneceksiniz.

Kendimi bıraktım rüzgara, ne taraftan eserse o tarafa dönüyorum yüzümü. Ilık ılık tenimi öpüp geçiyor şimdilik, gün gelip belki kasırgalar da kopacak. Olsun daha önce hiç kasırga görmemiştim, güzel deneyim olacak!  (;







P.S. En sevdiğim iki Newyork şarkısını paylaşmadan olmazdı (:


Betül KARA

10:42
21 Eylül 11, Çarşamba

19 Ağustos 2011 Cuma

Bayram Üzerine bir Reklam

Bugün işe gelirken şu reklamın outdoor çalışmasını gördüm. İlanda ""Nerede o eski bayramlar?" diyenleri memnun edecek kredi" yazıyordu. Aynı reklamın Tv spotunu da görmüştüm daha önce. Hatta birkaç banka daha bayram kredisinden bahsediyordu. Reklamlar beni nedenini anlamadığım bir şekilde rahatsız etmişti. Bugün fark ettim rahatsızlığımın sebebini.

Eskiden insanlar bayramda yapacakları için kredi alır mıydı acaba merak ediyorum. Bana göre bunda iki sebep var sanırım. Birincisi gerçekten insanlar artık bayramda yapacakları harcamaları bile karşılayamayacak duruma geldiler. İkincisi ise daha acı ne yazıkki, 3 günlük bayramı hemen sahil şeridine koşup sadece tatil olarak algılamaktan ileri geliyor sanırım.

İlandaki bu manidar göndermeyi bulan ajansa buradan teşekkürü borç biliyorum ki aklıma bunları getirttiler.





Not: İnsanların Ramazan Bayramı'na şeker bayramı demeleri bir o kadar sinirimi bozuyor. Neden bu kavramları değiştirme çabası? Niye?

Bana kalırsa Ramazan Bayramı'nın sonuna sponsored by Coca Cola da denilebilir artık.

Betül KARA

11:29, 19 Ağustos 2011

11 Ağustos 2011 Perşembe

Harry Potter Oyuncuları Nasıl Veda Etti

Kafayı yemiş olabilirim. Serinin son bölümünü izlediğimden beri üzerimde bir Harry Potter aşkıdır ki sormayın. Ben de bu kadar sevdiğimi bilmiyordum bu hikayeyi.

Oyuncularla ilgili ne görsem ne duysam dikkat kesiliyorum. Emma'nın yaptığı manita haberlerinden birine gözüm takılmışken şu videoya rastladım. Paylaşmak istedim.

Kucaklaşıp bir de ağlıyorlar. Bıdıklarım.

PS. 1- Yerim sizin İngiliz aksanınızı.
2- Videonun son karesi çok acıklı lan. :(

10 Ağustos 2011 Çarşamba

Yeditepe Üniversitesi' nden "Sosyal Medya Yönetimi" Yüksek Lisans Programı

Sosyal Medya nereden nereye? İlk tanıştığımda bu olguyla henüz üniversite öğrencisiydim ve yaptığım bir staj esnasında tanışmıştım. Ne yazık ki okulumda gündemi takip eden o kadar yenilikçi hocalarım yoktu. Şimdi ise birçok üniversitede sertifika programları, lisans programları açılıyor bu konuda. Bunlardan en dikkatimi çekense Yeditepe Üniversitesi' nin açtığı yüksek lisans programı oldu. Yeditepe Üniversitesi zaten hali hazırda sosyal medyayı en etkili kullanan üniversitelerden biri. Şurada blogundan siz de bazı detayları alabilir, profesyonel bir bakış açısıyla hangi sosyal ağlarda bulunduklarını görebilirsiniz.



Program hakkında bilgi veren programın kurucusu ve yürütücüsü Doç. Dr. Aykut
ARIKAN, “Sosyal Medya Yönetimi günümüzün modern işletmesinin temel süreçlerinden
biri haline geldi. Bu süreçte, üretim, pazarlama, satış, insan kaynakları vb. bir dizi temel
işletme süreci, kendini yeniden tanımlamaya başladı. Bunun nedeni, Sosyal Medyayla birlikte
yaşanan temel kırılmanın, bilgi tüketicisinin aynı zamanda onu üreten haline gelmesi, yani
tüketim ve üretim süreçlerinin iç içe geçmesinden oluşan yeni bir sürecin ortaya çıkmasıdır.”
diyor. Sosyal Medyada, değişik nedenlerden dolayı yönetilemeyen markaların büyük bir
yıkımla karşılaşacağını vurgulayan ARIKAN, bu durumun üstesinden gelmek için, Firma ve
Marka Stratejisi’yle, Sosyal Medya Stratejisinin hizalanması gerektiğini kaydediyor.

Yeditepe Üniversitesi Sosyal Medya Yönetimi (MBA) Yüksek Lisans Programı’nın,
bu yeni işletmecilik ve marka yönetimi ihtiyacına yanıt oluşturmak amacıyla, Sosyal Bilimler
Enstitüsü İşletme Anabilimdalı altında bir uzmanlık alanı olarak yapılandırıldığını açıklayan
ARIKAN, program, iş dünyasındaki değişik kademelerde, Sosyal Medya Yönetimi’yle
ilgilenen ve bu alanda ilerlemeyi hedefleyen profesyonellerle, alanın günümüzde ortaya
çıkmaya başlayan uzman/yönetici profiline hitap ettiğini belirtiyor.

Programdaki dersler, bu yaklaşım çerçevesinde çeşitlilik gösteriyor. İlk
dönemde, “Sosyal Medyada İçerik ve İfade”, “Sosyal Ağlar ve Ağ Temelli İş
Modelleri”, “Çevrimiçi İtibar Yönetimi: Sosyal Medyanın Yasal Yönleri & Etik”, “Sosyal
Salgınlar ve Viral Döngüler” ile “Sosyal Medya Pazarlaması” başlıklarında beş ders yer
alırken, bunu ikinci dönemde, “Bilgi Yönetimi & Wikiler”, “Sosyal Medya Araştırmaları: Takip
ve Söylem & Duyarlılık Analizi”, “Kitle İstihdamı (Crowdsourcing) & Sosyal İçerik”, “Sosyal
CRM & Değişen Müşteri Deneyimi” ve “Sosyal Medyada Çeşitliliği Yönetmek: Kültürlerarası
İletişim” izliyor. Öğrenciler, Yaz okulunda alabilecekleri “Etkenler & Kritik Kitle” ve “Sosyal
Mobilite: Konum Temelli Sosyal Medya” adlı iki ders ve bir Bitirme Projesi’yle, toplam bir yıl
içinde mezun olabiliyorlar.

Programla ilgili tüm detaylara, programa giriş koşulları ve iletişim bilgilerine; Yeditepe Üniversitesi'nin web adresinden “Öğrenci adayları” bölümü - “Öğretim” başlığının altında yer
alan “Lisans Üstü” linki - Sosyal Bilimler Enstitüsü başlığından ulaşabilirsiniz.

2 Ağustos 2011 Salı

Hola! Comment ça va? I think I'm in love...

Evet sanırım öyleyim.

Bu yazı son birkaç gündür pek sevdiğim bir şarkıyı paylaşmak için tarihe geçiyor. Bir de miniklik arkadaşım Ezgi'ye dün blog  (bloga link verdim şimdilik yazı filan yok, ilerde inşallah.) açtım. Dedim uzun zaman oldu yine yazmadım yazma vakti geldi. Ezgi' den kıskançlık yani bir sebep de.

Bu sebebi gören mfyz bana trip atma olur mu? Bak o kadar Sono innamorata dedik (:

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Harry Potter Rüyası Bitti ):

Yahu çocuktum okumaya başladığımda.

Harry Potter' ı elime 13-14 yaşımda aldım. Ama öncesi var tabi serüvenimin. Onu şu yazıda anlatmıştım gerçi. Bir daha aynı şeyleri söylemeyeyim.( Linke tıklayıp okuyabilirsiniz.)O yaştan şu yaşıma kadar tutkusunu barındırdı içimde. Üniversite 2 ye kadar kitapta neler olacak diye 4 gözle beklerdim. Bu seneye kadar da filmleri bekler oldum. Şimdi bu rüya bitti işte :(

Efendim bu son filme gelecek olursak eğer serinin en iyi film uyarlamasıydı diyebilirim birkaç ufak sahne dışında.
Bana göre hatalar nelerdi peki?

Kanımca en büyük yanlış klasik tüm Harry Potter filmlerinin başında dinlediğimiz soundtrack' in olmamasıydı. Başka bir müzik vardı, tamam o da güzeldi ama bizim müzik direkt insanı Harry Potter izliyorum layn heyecanına sokuyordu. Ondan yoksun başladık filmi izlemeye :( #fail1

Bir türlü sevemediğim Ginny ile sevgili Harryciğimin aptal öpücüğü var bir de. Adam aylardır o hortkuluk senin bu hortkuluk benim sevdiğinden uzakta, öyle mi öpüşür arkadaşım yeaa. Yok olmamış o da :( #fail2

Gelelim Bellatrix Lestrange' ın ölümüne. En büyük fail belki de buydu. Molly Weasley ile karşılaşan Beatrix yaklaşık 2-3 sn lik bir sahneyle taşlanma lanetiyle öldü gitti. Sen git Siruis Black'i, Dobby' yi, Fred Weasley ile Tonksu öldür ama kendi 2 sn de öl git. Olmamış. Daha çarpıcı bir sahne olaydı iyiydi. :( #fail3

Harry' nin öldüğünün sanılması #fail4 ! Malfoy'un annesi Narcissa Malfoy yere yığılan Harry' nin yanına gider ve ölüp ölmediğini kontrol eder. Tüm ölüm yiyenlere öldüğünü söyleyerek yalan söyler. Sen ki koca Karanlık Lord seriler boyunca öldürmeye çalıştığın çocukcağızı kontrol etme olacak iş mi arkadaş (:

Kim olduğunu bilirsin sen, Karanlık Lord, Lord Voldemort ya da basit adıyla Tom Marvolo Riddle'ın ölümü de kanımca pek şukela değildi. Ben ne bileyim bugüne kadar öldürdüğü tüm insanların silüetlerinin ortaya çıktığı enteresan efektli bir şeyler beklerdim.



Hem bu kadar eksi anlatıp nasıl en beğendiğim film diyorsun diyeceklere ise şimdi de bazı beğendiğim noktaları aktarmak istiyorum izninizle efem. Büyücü tarihine Hogwarts Savaşı olarak adı geçecek olan filmin son kısmı güzeldi. Özellikle Ölüm Yiyenlerin okula girmemesi için yapılan büyü duvarını çok beğendim. Sonra okulu çevreleyen Heykel Askerler filan baya etkileyici olmuştu. Sonra Snape' in ölümü pek acıklıydı ve düşünselinde gördüklerimiz pek duygusaldı be! Gözümden 2 damla yaş süzüldü burada.

Filmin sonundaki 19 yıl sonra bölümü ise oldukça keyifli. Bu kadar rezalet olmaz ama bence, kitaptaki hali de oldukça komikti, hiç olmasa daha iyi denilebilecek bir son yani hem kitap için hem de mecburen film için.



Başka bir versiyonu...



Bu da var.



Yine de bu saydığım hataları görmezden gelebilirsem eğer serinin en beğendiğim filmi oldu. Çocukluğuma dair bir şeyi daha yitirmiş gibi hissettim film bittiğinde.

Üzgünüm :(

Bakalım sırada ne var kaybedeceğim çocukluğumdan kalan...

Not: Unutmadan 3D bir işe yaramıyor, tabi gözünüzü yormaktan başka.


Betül KARA
18 Temmuz 2011, Pazartesi

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Anne ben Gazino gördüm!

Rakı içmeye 2010 senesinin başında başlamıştım. Ve alkollü içecekler arasında sevdiklerimden biri oldu kendisi hem de ilk içişimde.

O ilk deneyimimi şurada anlaşmıştım, hatırlarsınız.

O ilk deneyimi anlattığım yazıyı sevgili Yakup Abi' nin açtığı feedte paylaşmıştım. Sonuç olarak Yakup Abi aracılığı ile Yeni Rakı beni fasıl sofrasına davet etti. Madem Despina'da 100 blogger aynı masa oturup mezeler yiyecek, rakımızı yudumlayıp, şarkı söyleyecek gerçek sofra muhabbeti nasıl olurmuş hep beraber yaşayacaktık.

Madam Despina'da sanırsam  27 Şubat 2010 günü hep beraber oturduk masa başına (: bir de ne görelim bizim blog yazıları cidden kitap haline getirilmiş. Anlayacağınız Yeni Rakı sayesinde aslında ben basılmış bir kitabı olan yazar sayılırım :D



O gece Sevgili Uğur Hocam'la aynı masada oturdum. Bana rakı masasına dair anılarını anlattı. Nasihatlar verdi. Sürekli de uyardı: "Bak ben hızlı içerim. Sakın bana yetişmeye kalkışma."

Bense hayatında ikinci kez rakı içen bir kızcağız olarak öyle güzel muhabbetle birlikte içiyorum ki hissetmiyorum bile hiçbir şey. Bilmiyorumki rakı ayağa kalkınca çarpıyor ve o zaman anlıyorsun sarhoş olduğunu. Bir güzel sarhoş oldum (: Ama hiçbir şey o günü muhteşem hatırlamama en gel olamaz. Rakımızı şalgamla tokuşturduk, şarkılarımızı söyledik, içkilerimizi içtik, eski aşklardan konuştuk, ağladık.







O günün anısına bir süre çok beğendiğim rakıyı içemedim. Kendisini içemesem de Yeni Rakı "Lovemark" larım arasındaki yerini buldu.

Sonra bir öğrendim ki Yeni Rakı boğazda "Gazino" kuruyor. Bu sefer de İstanbul'u anlatan yazımdaki fotoğrafım İstanblog sergisindeki yerini buldu. Kuruçeşme Arenadaki bu organizasyon bir de rekor denemesine imza attı. Yeni Rakı, aynı sofrada 1500 çeşit mezeyle rekor kırdı. Guinness Rekorlar Kitabının ülke temsilcisi aynı gün sahneye çıkarak rekoru ele geçirdiğimizi duyurdu. İstanbul' un, Avrupa Kültür Başkenti olduğu yıl  bir de böyle güzellik yaptık.

Boğazda püfür püfür minderler üzerinde Emre Aydın, Yeni Türkü ve muhteşem ses Emel Sayın'ı dinledik. Nasıl güzel bir kadın, nasıl bir ses Tanrım... Yeni Rakı çocukluğumdan beri hayran olduğum Emel Sayın'ı canlı olarak dinlememe vesile oldu hem de. Rakı içememiştim bu sefer ama o atmosfer bile yetti bana. Rakı bahane, muhabbet şahane oldu bu seferlik!

Derken takvimlerimiz 25 Haziran 2011' i buldu! En büyük açık hava gazinosunu kurdu yine Yeni Rakı bizim için Kuruçeşme Arena'da. Bu sefer Bi Büyük Fest'e yakışır, Bi Büyük Blog konseptiyle karşımızdaydı. Ortam ve konsept muhteşemdi! Tam bir gazino havası sonra. Arena'yı Gazino konseptiyle tasarlamışlardı. Beyaz masalar, masalarda kandiller... Sahnedeyse Gripin, Şevval Sam ve yineee Emel Sayın! Gelin görün ki bu sefer şanssızlık peşimizi bırakmadı havada yağmur, bizde ise sönmek bilmeyen bir Türk Sanat Müziği (TSM) aşkı. Yılmadık, yağmur altında da olsak o muhteşem sesleri dinledik. Bu kez masamı Sevgili Tutku, Volkan, Taner ve kardeşi Yener ile paylaştım. Çok eğlendik, sektör kurtarma sohbetlerimizi yaptık, TSM' den konuştuk, şarkı söyledik, meze yedik, peynirin alasını yedik (Sütaş Süzme bir harika) mis gibi rakımızı içtik. Evet 1,5 yıl sonra rakıyı yeniden içmeye başladım.






Yeni Rakı yine süper bir organizasyona imza attı. Ben yazıyı geciktirdim ama yazmasan vallahi yazık olacaktı bu güzel etkinliğe. Hem de bir marka nasıl adım adım kana işliyor onu incelemiş oldum bir nevi. Efendim lovemark olmak zor şey. Nitekim Yeni Rakı son yıllardaki vizyonu, reklamlarındaki tüm kreatif çalışmaları ile bunu oldukça güzel yönetiyor. Öyleki reklam yasağından dolayı insanların yalnızca internetten izleyebildikleri reklamlar birçok kişinin öyle hoşuna gidiyor ki, herkes gönüllü Facebook hesaplarında, Twitterlarında bu videoları paylaşıyorlar. Sözlerime yine muhteşem bir Yeni Rakı videosu ile son vermek istiyorum. Bu videoyu birçoğunuz internetten izlemişsinizdir. Türkiye'nin kocaman bir sofrada bir arada olduğu bir video bu.



Peki bi büyük şarkının sizin koronuz versiyonundan haberiz var mı? Onun için bu sayfayı ziyaret edecksiniz.

Neyse...

Allah'ım yine mi güzeliz?
yine mi çiçek? yahu...  (:

Betül KARA

6 Temmuz 2011, Çarşamba

Kişilik Envanteri Yaptım!



Kariyer.net'in ücretsiz bir servisi var. D.I.S.C. Kişilik Envanteri. Çok eskiden beri bilmeme rağmen bu sabah gelen mail ile ben de yapayım dedim.

Aşağıda gördüğünüz maddeler benim özelliklerimi oluşturuyormuş.
Vallahi okudum da çalışırken sinir bir insan oluyorum sanırım. Kendimden korktum sonucu okuduğumda : D
Bazı maddeler var cidden enteresan geldi. İşbitirici ve otoriter, sert ve agresif olabilir demiş mesela. Doğru demiş cidden. Biraz da burcumun özelliğinden midir nedir, iş yaparken çok titizleniyorum. Baştan savma iş yapan insanlarla çalışıyorsam sinirlenebiliyorum. Sonra biraz ön planda olmayı seven karakterim ortaya çıkmış. Bu özelliğim biraz törpülendiğini düşünüyorum. İşte kişilik envanterim. Eh banane bundan derseniz haklısınız ya; yine de blogumu takip eden beni merak eden varsa böyle bir insanmışım bilin istedim (:


Girişimci, iş geliştirici, değer katıcıdır.
Önemli kararlarda yer almak, lider olmak ister.
Sonuç odaklıdır, hızlı karar alır.
Sorumluluk taşır, direkt hareket eder ve konuşur.
İşbitirici ve otoriterdir; hatta bazen sert ve agresif olabilir.
İşleri hızlandırır, kolaylaştırır.
Katılımcıdır, göz önünde olmayı, meydan okumayı sever.
Fırsatları iyi değerlendirir, rakiplerini karşışına alabilir, rekabetçidir.
Başkalarının düşüncelerini önemser son kararı kendisi verir.
Olması gerektiği yerde her zaman bulunur.
Başkalarının kendisini dinlemesini ister.
Konsantrasyonunun kesilmesini istemez.


Not: Görsel pek hoşuma gitti. Sam Amca'nın I want you posterine benzettim :D


Betül KARA
6 Temmuz 2011, Çarşamba

27 Haziran 2011 Pazartesi

Beat: Ne güzel Saatsin!

El-kol hareketinize duyarlı bir koşu saatinden bahsediyoruz. Beat ile, müzik dinleyebilir aynı zamanda müziğinizi kontrol edebilir, kalp ritminizi sayabilir, koşu gelişiminizi ölçümleyebilirsiniz.

Beat spor deneyiminize entegre edilerek tasarlanmış inovatif bir saat. Sporunuzu yaparken müzik değiştirmek için parmaklarınıza ihtiyaç duymanıza gerek yok. Kolunuzu sağa sola doğru hareket ettirdiğinizde şarkıyı değiştirebilirken, elinizi daire yaparak hareket ettirdiğinizde müziğin sesini ayarlayabiliyorsunuz.

Beat’ i daha yakından tanımak için videoyu izleyebilirsiniz.



Beat from Adrien on Vimeo.

Kaynak: Trendbird.biz

13 Haziran 2011 Pazartesi

Bir Adam Sandler Filmi - CLICK!

Hayata kumanda ile hükmedebilmek: Ne büyük icat! Click sıradan ama bir Adam Sandler filmi olmasıyla 2006 yılında dikkat çeken bir film olmuştu. Filme açıkçası pek bir fazla beklentiyle gittiğimi söyleyemeyeceğim. Bununla birlikte bana ne hayatımın filmini izlemiş hissini uyandırdı ne de vasat bir filmmiş param boşuna gitti hissini.

Adam Sandler’ın problemlerle karşılaşmasından sonraki muzip tavırları sizi tam bir Adam Sandler filmi izliyorum hissinden kurtaramayacak. Adam Sandler’ı Micheal rolüyle filmin her köşesinde; sağında solunda aşağısında yukarısında görebilirsiniz. Gerçekten iyi bir performans sergilediğini savunabilirim bununla birlikte bunun biraz sinir bozucu olduğunu da itiraf etmeliyim. Aile görüntüleriyle bu tek kişinin üzerine yoğunlaşma törpülenmeye çalışılmış ancak yine de kimse Sandler’ın önüne geçemiyor. Filmdeki en sevdiğim bölümler ise Christopher Walken nam-ı diğer Morty’li olanlar. Belirtmeden geçemeyeceğim; Henry Winkler, Adam Sandler’ın filmdeki babasının Micheal ile son kez bir arada olduğu sahnede boğazınıza bir düğüm saplanabilir. Ve yine The Cranberies ‘ın o muhteşem şarkısı Linger’ın daha farklı bir yorumlanışı bu filmde bulabilirsiniz. Film bu şarkıyı tekrar tekrar dinlemenize sebep olabilir.

Hayatınız sizin kontrolünüz dışında akıp gidiyor ve siz sadece seyirci rolündeyseniz kendi filminizde, göz atmanızda fayda var. Unutmadan sakın size sonsuza kadar diyen birini kaçırmayın. Siz de ona sonsuza kadar deyin. (forewer and ever babe…)

7 Haziran 2011 Salı

Kıbrıs Günleri, Casino Deneyimi, bir deee #nesfit14gun

#nesfit14gun (bu ne şimdi dediniz biliyorum ama o kenarda bir dursun ona da gelecek sıra, bir nevi üst not sayın siz bunu, hep mi dipnot olacak arkadaşım)

Selamlar conciklerim!

Pazartesi sendromunun ağırlığı yetmezmiş gibi bir de üstüne hafta sonunun yorgunluğu çekilir dert değil doğrusu. Efendim tüm sektör maaile Kıbrıs'a gittik geçtiğimiz cuma günü. Havalanından, uçağa oradan da otele yansıyan lise gezisi tadındaki tatilimi anlatacağım ilk olarak.




Cuma günü iş çıkışı tüm sektör AHL toplandı. Akıllı cep telefonları çıkarıldı. 4sq check-inleri yapıldı Twitter'da paylaşıldı. Uçakta sektörden yaklaşık 75 kişi okul gezisi tadında sohbet muhabbet Ercan Hava Limanı' na indik. Meğersem hava alanıyla otel arası 1-1,5 saat varmış. Üstüne bir de otobüs yolculuğu derken gece 1'de oteldeydik. Odalar dağıtıldıktan sonra biz hemen havuz başına koşmaca-içmece! İlk gün macerası 3 sularında bitti.

Cumartesi günü sabah kahvaltımızın ardından Sahibinden.com'u dinlemek üzere konferans salonuna gittik. Cidden çok güzeldi salon. Toplantıyı çok uzun tutmayan Sahibinden bizi serbest vaktimizle baş başa bırakınca çocuklar gibi şen deniz kenarına koştuk. Gün boyu kumsalda güneşlendim. Yeni fark ettim bu özelliğimi de güneşlenirken uyuyorum eskiden olsa sıkıntıdan patlayıp denize koşmaya çalışırdım (:




Akşama kadar pinekledikten sonra yolumuz önce restauranta ardından discoya düştü. Discodaki eğlenceli 1-2 saatin sonunda Kıbrıs'ın faydalarını öğrenmeye geçtik.



It's showtime! Casinoooo...



Hayatımda ikinci defa bir casinoda bulundum. İlki Avrupa'nın en ünlü kumarhanelerinden biri olduğu söylenen Casino Baden-Baden' di. Öyle eski bir kumarhaneydi ki bizim ki bir nevi müze gezmesi gibi bir şey olmuştu. Bu casinoya klasik elbise dışında bir giyimle giremiyorsunuz. Lobiden ceketinizi papyonunuzu dilerseniz kiralayabiliyorsunuz (: Neyse uzatmadan bu ikinci casino ziyaretimde ilk defa oynadım da. Jackpot oynadım. En fazla 10 jeton kazandım. Sırf ben oynayayım diye benim 50 jetonumun yarısına ortak olan Ebru ise toplamda 481 jeton kazanarak geceye ilke imza atanlardan oldu. Hatta benim makinemde ben 1 saat hiçbir şey kazanamazken Ebru bir jeton atarak benim makinemden tam 200 jeton kazandı. Ben Casino'dan ayrılırken hangi makineyi kullanması gerektiği ile tüyo verdiğim arkadaşlarımdan bir tanesi de casinonun gelmiş geçmiş en fazla kazananı olmuş ve 800 lirayı cebe indirmiş. Ben bunları sabah öğreniyorum. Neyse ki teselliyi aşkta kazanacak olmama yorarak bir şekilde bulmaya çalıştım.


Böyle tam pansiyon 5 yıldızlık otellerin en güzel yanlarından bir tanesi de açık büfe olmalarıdır sanırım. Ancak ben Nesfit'in 14 kızından biri olduğum için bu nimetten pek yararlanamadım. Balık yedim ve salata yedim. Sabahları küçük kaçamaklar halinde pancake yedim. Pişman değilim bu konuda. Zira diğer hiçbir şeye dokunamadım napayım yani nefsimi köreltmem gerekiyordu (: Nesfit kızı olmak ne demek derseniz kuzucuklarım şuraya bir bakabilirsiniz: #nesfit14gun. Daha ayrıntısı gelecek. dont vori!


Geçtiğimiz haftasonu böyle dolu doluydu. Yoruldum ama güzeldi.
Tatil sezonu başladı. Herkese keyifler olsun yine bu yaz...



Betül KARA
15:32, 7 Haziran 11, Salı
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...