27 Eylül 2011 Salı

Türkiye' nin Neden Dünya Markası Yok?

Geçen gün Ace Hotel lobisindeki gözlemlerimi anlatmıştım. New York'a gelince Uzun zamandır görmediğim arkadaşım Gökhanla yeniden o pazarlama sohbetlerimizden birini yaptık. Yine ne kadar keyifli bir sohbet olduğunu anlatmama gerek bile yok aslında. Gökhan Türkiye'deyken de sohbetinden en keyif aldığım insanlardan biriydi. Laf lafı açtı, onu eleştirir, buna kızarken sohbetimiz döndü dolaştı yine geldi aynı konuya: "İşte abicim, Türkiye neden marka çıkarmıyor sorusunun cevabı budur" dedik ikimiz de.


Bize göre en büyük sebeplerinden biri "uyanık esnaf" kafasından bir türlü sıyrılamamamız. Birçok başarılı iş adamı ya da profesyonel yola idealist çıkıyor belki de. Kafalarındaki hayali gerekleştirmek için çok uğraşıyorlar. Kimi zaman insanlara usanmadan sıkılmadan projelerini anlatıyorlar. Yeri geliyor devlet kapısında işlerini halletmek için sürünüyorlar. Ya tüm bunların yorgunluğu idealleri unutturuyor ya da işler tıkırında gitmeye başlayınca alınan arpanın tadından idealler unutuluyor, göz ardı ediliyor. En çok kızdığım, eli biraz para görünce daha fazla para hırsıyla kalitesinden, farklılığından vazgeçip ucuzcu (ham madde ya da iş gücü) olmaya başlayan kesim. Böyle köylü kurnazlığıyla nasıl insanları peşinden sürükleyen, arzulanan bir marka çıkarabilirsiniz ki. Herkesten önce siz yaptığınız "şeye" olan tutkunuzu yitirmişsiniz. Sizin tutkunuzu yitirdiğiniz "şeye" (ürün) insanlar neden daha fazlasını ödesin neden onu üstünde taşısın?


Bu yazıyı hazırlarken aklıma daha çok başlık gelmeye başladı. (:

Zannederim bu başlıklardan biri de kurumsallaşamamış zihniyetlerimiz olur. "Profesyonellik" kelimesinin anlamını bilmememiz; bize treni kaçırdık mı kaçırıyor muyuz, konuşmalarını yaptıran düğüm noktalarından biri aslında. İşi bilenden ziyade berikinin yeğeni ötekinin bacanağına yaptırarak nasıl bir kurum kültürü oluşturabilirsiniz.

Konuşacak, üstüne eğilip düşünecek çok nokta var aslında ve bu konu tartışması o kadar lezzetli bir konu ki deyim yerindeyse ağzımın suyu akıyor.

-------------------------------------

Amerika'dan bahis açıldı. Sistemlerinin ne kadar gelişmiş olduğundan, müşteri tarafında sorunların ne kadar çözümcü ve ne kadar tıkırında yürüdüğünden, Amerika' nın nasıl marka cenneti olduğundan. Interbrand.com' a göre 2010 yılındaki en iyi markalarda ilk 10'daki 9 markanın Amerikan markası olması sanırım tesadüf değildir*. Düşününce şaşırmamak gerekiyor aslında. Frederick W. Taylor 1911 yılında yönetimin bilimsel ilkelerini kitaplaştırırken  sanırım biz Dünya Savaşı'na girip girmemeyi tartışıyorduk. Bırakın markalaşma sürecini ortada fabrikalaşan bir ülke yoktu. Türkiye yokmuş hatta ortada.

Siyasal açıdan evrimini ve gelişimini tamamlayamamış bir ülkeden zaten markalaşmayı nasıl bekleyebiliriz gerçekten bilmiyorum. Ülkenin birçok sorununda her ne kadar farklı dengelerin (grupların) sözü geçiyorsa da; ülkeyi oluşturan tebaanın da cahil ve bilimsellikten uzak olması, tüm bu süreçleri daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor.


Neden kolayca marka olabileceğimiz bazı konuları başkalarına kaptırdığımız (Rumların Türk Kahvesi dahil birçok şeyi nasıl kendi markaları gibi kullandığını görüyoruz. Bu konuda oldukça başarılı bir yol izlediklerini düşünüyorum. "Ülke/marka" konusu devreye giriyor burada devreye ki; kesinlikle önem arz eden diğer bir başlıktır "markalar" konusunda.) konusuna gelecek olursak eğer; bu noktada toplum olarak içine kapalı bir sisteme sahip olmamız konusunu dile getirebilirim. Tarihimizi ve öz değerlerimizi yeterince bilmediğimizden, diğer toplumları; zengin kültürel mirasımızla etkileyeceğimize, üstüne bir de alt-kültürlerden etkileniyoruz. O yüzden yıllardan beri gelen din tartışmaları var bu ülkede. Aslında tartıştığımız şeylerin birçoğunun  Arap kültürüne ait olduğunu birçoğumuz bilmiyoruz bile.

Yurt dışında güçlü bir topluluk bilincimizin olmaması sanırım diğer ana noktalardan biri bu başlıkta. Tüm bunların önemini çok yeni fark etmeye başladık toplum olarak. "Ülke/marka" konusunda en çok güldüğüm şey ise tembelliğimiz yüzünden yıllardır umursamadığımız konularda birden milliyetçilik damarlarımızın kabarması. Komşu yıllardan beridir sistematik çalışmış; adam tabi ki Türk Kahvesini de sahiplenir, rakıyı da beyaz beyniri de, döneri de, mezeleri de... Şimdi millliyetçilik yapmak yerine sakin şekilde marka çalışmlarına devam etmeli (:


Dedim ya bu marka konusu enfes bir konu. Yazıyı yazma amacım ikinci paragraftaki konuydu sadece. Gelin görün ki daha neler neler çıktı düşününce. Eminim daha değinmediğim birçok alt başlık (hatta belki ana konu :)) da vardır. Mesela değinmek istediğim konulardan bir tanesi de ara ürün ihracatına yoğunlaşmak, dış ticaret hacmindeki delik...

Son söz olarak marka yaratmak isteyen sevgili arkadaşlarım  lütfen yabancı isimlere göz dikmeyin. Bunu yaparsak yine bize "has" bize "özgü" bir şey olmayacak. %100 Türk tadı olmayacak. Ha tabi bir de bunu yaparken Laleli'deki ya da Nişantaşı'nın arka sokaklarındaki çakma isimlere benze ihtimalinden bahsetmek istemiyorum bile (:

Sizden son ricam şu linklere daha göz atmanız olacak (: [1] [2] [3]

Daha yapılacak çok şey gibi görünüyor, haa... Ne dersiniz?


*Listenin tamamına buradan ulaşabilirsiniz.

Betül KARA

22:39
27 Eylül 2011, Salı

25 Eylül 2011 Pazar

Lovve with Ace Hotel

Keşifler başladı. (:

Dün çok sevdiğim eski dostardandenilebilecek bir arkadaşımla buluştum New York'ta. Önce Fatih'in de aramıza katılmasıyla bir Capon restaurantında yemek yedik. Ajisen Ramen. Çok uygun fiyata yiyebileceğiniz yemekleri var.  Hem ne yediğinizi anlayabileceğiniz hem de öğle yemeği için çevrede çalışan bir insansanız kolaylıkla tercihiniz olabilecek bir mekan. Biz 8-9$ civarındaki lunch box ayarında bir yemek ısmarladık. Dahil olan şeyler ise, chicken teriyaki, california roll, bir de bildiğiniz Japon pilavı. Öncesinde gelen o iğrenç çorba dışında oldukça mutlu olduğum bir yemek diyebilirim.

Asıl bahsetmek istediğim yer ise Ace Hotel. 20W 29th Street' teki otelin lobisinde insanlar sohbet ediyor, laptoplarını kapmış gençler çalışıyorlar. Oldukça hoş bir ortam ve tasarıma sahip bir yer. Bazı mekanlar vardır. Gerçekten ruhları olduğuna inanırsınız. Ace Hotel' in de ben de ilk bakışta uyandırdığı intiba kendine has bir ruhu olduğu yönündeydi.



Sizi ilk girişte Stumptown Coffe karşılıyor. Çalışanların tarzına kesinlikle bayılacaksınız. Hipster arkadaşlar sizden öncelikle siparişinizi alıyorlar ve nefis kahvelerinizi alıp aslında Ace Hotel'in lobisi olan kısma geçebiliyorsunuz.














Biz de kahvelerimizi aldık Gökhancığımla oturduk rahat bir 2 saat sohbet ettik. İstanbuldayken sıkça yaptığımız gibi dertlerden, yapılacak hayallerden, özel hayatlarımızdan konuştuk. Gökhan için bambaşka bir hayat başlıyormuş onu öğrendim. Onun adına çok sevindim.


Gökhan hedefleri için New York'a gelen ve bunun için birçok şeyle savaş vermek zorunda kalan bir arkadaşım. Kendisi hayalini gerçekleştirmeye bence çok yaklaştı. Eminim bir gün onun kendi restaurantında nefis tariflerini tadacağım.

Newyork' a yeni gelen bir kızdan tavsiye almak ne kadar istersiniz bilmiyorum ama uzun lafın kısası Ace Hotel;  oturup saatlerce çalışabileceğiniz, tanıdık bir iki dostla rahatça sohbet edebileceğiniz, dedikodularınızı yapabileceğiniz bir mekan.

Yapın: Laptopınız yanınızda olsun, rahatça çalışabilirsiniz.
Yapmayın: Sıcak çikolatasını beğenmedim.
Yapmayın: Cookieleri çok şekerli. Sakız gibi. Gerçi Gökhan' ın söylediğine göre Newyork' ta böyle oluyormuş. Başka şansımız yok gibi (:

P.S.: Şimdilik bu kadar ama şehirde keşfedilecek daha çoook yer var. Hepsini burada elimden geldiğince paylaşacağım.


Betül Kara

24 Eylül 2011

21 Eylül 2011 Çarşamba

I want to wake up in that city, That doesn' t sleep.

Eylülü atlatmadan nasıl yazacağım diye kendi kendime merak eder olmuştum resmen. O gün bugünmüş. Newyork' a gelmemin hafta dönümü.


Dediğim gibi son bir haftadır farklı bir şehirdeyim. Hep gelmek istediğim, bir süre mutlaka orada yaşamalıyım dediğim şehre geldim sonunda. Planlarım şimdilik çok basit ama ayrıntıları, neler olacağını ben de bilmiyorum. Siz de benimle birlikte buradan öğreneceksiniz.

Kendimi bıraktım rüzgara, ne taraftan eserse o tarafa dönüyorum yüzümü. Ilık ılık tenimi öpüp geçiyor şimdilik, gün gelip belki kasırgalar da kopacak. Olsun daha önce hiç kasırga görmemiştim, güzel deneyim olacak!  (;







P.S. En sevdiğim iki Newyork şarkısını paylaşmadan olmazdı (:


Betül KARA

10:42
21 Eylül 11, Çarşamba
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...